29 Ocak 2012 Pazar

Gaddar Değilmiş

Bir kış günü,soğuk ama sakin bir yağmurun altında tek başına uzun bir yolu yürüyecekti.Bir eli pantolonunun sağ cebinde,diğeri ise montunun sol cebinde,hem telefonunu hem de “meşale” dediği çakmağını sımsıkı tutuyordu.Tehlikeli sokaklar arasında rahatça süzülüyormuş görünse de,gözlerini kısmış,en ufak bir harekete bile anlam yükleyerek sonu huzura varacak olan yolun kaldırımlarını aşındırıyordu yine..Çakmağını cebinde serbest bıraktı ve üç parça kağıt parçasını yabancı bir elin arasına sıkıştırıp,sigarasını ateşleyip,yürürkenki ifadesinden daha üzgün bir görüntüde geri yürümeye başladı.Evine geri döndüğünde ağzından dökülen tek kelime: “Gaddar” oldu.Üzüntü paylaştıkça azaldı,bitti ve yerini huzura bıraktı.Saatler birbiri ardına geride kalırken,gözlerini açmaya çalıştı.Ses tellerine nefes borusundan yoğun bir hava gönderirken,dudaklarının kendiliğinden bir cümle kurduğunu fark etti.Huzurlu anının sonuna gelmemişti ama;sonuna kadar yaşamıştı.Karşısında dudaklarını bile okuyamayan adamın kulaklarına gelen o cümleydi işte: “Gaddar değilmiş!”.

Huzur ve Işık!

Huzur,insanın hayatı boyunca asla sürekli tadına varabileceği,hatta sadece hissedebileceği bir şey değildi.Bunun iki temel sebebi vardı ki,bunlar aslında huzurun kendine özel tanımlarından başka bir şey değildi.Huzur,bir canlının kendine güveni artarkenki hissettiği şeydi.Diğer bir yol ise etrafında herhangi bir sorun olmadığı ve bir süre de olmayacağının düşündüğü anlarda hissedilendi.Yani bir canlının sürekli huzur hissedememesinin iki sebebi,etrafta mutlaka huzur bozacak bir sorun çıkacak olması ve özgüvenin sürekli artmasının sonucunun her zaman bir şekilde duvara çarpıldığı gerçeğiydi…En kalınında sarılan sigara serileri bile bir noktadan sonra huzurdan farklı bir yere taşırdı herkesi.En huzurlu anların en değerli misafiri olan yeşilliğin bile sonunda huzurlu bir ölüm bulunmamaktaydı.Her sıkıntılı dönemde huzurlu ve her huzurlu dönemde sıkıntılı anlar yaşanmaktaydı,yaşanmalıydı da.Tıpkı ying-yang teoremi gibi…Her nefes,bir sonrakinden farklı olmalı,ama yol göstermeliydi,her nefesin yoğunluğu ayrı bir hikaye anlatmalıydı,zaten o yüzden söylerken en çok heyecanlandığı cümle,evet,kitabın adıydı…Yepyeni hikayeler anlatabilmek adına,tüm yaşanmışlıkları gözler önüne serip her okuduğunda yeniden yaşanmışçasına,gözlerini kapatıp,parmaklarının arasındaki anlık huzuru doyasıya çekiyordu içine…Derin çatlaklardan sızarak ilerleyen lavların dumanlarının gittikçe daha geniş alana yayılmalarını hayal ediyordu,nefes alıp vermek hiç bu kadar anlamla dolmamıştı…

Işık her zaman umut değildi ki…Hatta bilinenin aksine ışık,çok nadiren umudu simgelemekteydi! Kurulan her hayal,sonuna kendiliğinden bir umut tablosu inşa ederdi ki,yıkılması kolay olsun diye kurulan o hayallerin…Bunların hepsinin bir komplo olduğunu anlatırdı bana hep,insanların gözyaşlarını sonsuza kadar biriktirememesi,ara sıra ikişer şerit halinde süzebilmesi için gerekliydi bu…Buralara kadar anlattığı her şey tatlı ve gerçek bir hikaye gibiydi,tokat gibi gelen en gerçek cümleyi duyana kadar…İnsan,aynı bu sebepten karşı cinse tarifsiz duygular besleme ihtiyacı duyuyordu! Lanet olsun,sonunda birisi aşkın tarifinden öte,sebebini ve tam tanımını yapmıştı,bu cümleler,kafamdaki milyonlarca soruyu cevaplamıştı.Umut ışığı denen şey sadece bir zorunluluktan ibaretti,olmasa da olur muydu? Umut inşa eden hayaller kurmak zorunda mıydık,bunu sorabildim bir anda,cevabından korktuğum bir soruydu,lakin; bunu yaşamanın zorunlu olduğu kesindi…O zaman,bırakıp kendini,en acı umutları çaresizce beklemek en mantıklısı olacaktı.Ne var ki; zaman sadece kendisinin ilacıydı...

Pencereleri Sallayan O Fırtına...

Bir ney senfonisinin arasına belli belirsin karışan zil sesleriyle beraber çıkılan bir yolculuktu bu seferki.Özlemeyi unutmaması için uzak duruyordu herkesten ama; mecburen böyle yapması gerektiğine inandığından fırsat buldukça özlem gidermeye çalıştı özleyebileceği her şey ile…Sadece işi düştüğünde etrafa sarılan birisi olmadı,olamadı belki de kendini muhtaç hissetmediğinden.Tek istediği hislerini paylaşıp anlatabileceği ruh halini ve eşini bulabilmekti…Sadece tek bir şeye muhtaç hissediyordu kendini;ne umut ne sevgi ne şefkat…ne de para diyemem,çünkü ihtiyacı olduğunu hissettiği “o” bitkisel hayat,para gerektiriyordu.Ancak böyle vurabiliyordu açığa o acımasız gerçekleri ve hislerini…Şimdi bi’ an olsaydı,ciğerlerini olabildiğince büzüp,derin bir oksijen çekercesine şişirmek için bir sebebi olsaydı,dudaklarının 2 köşesi kulaklarına doğru koşmak ister ve o uzun kenarlar birbirinden uzaklaşmak için olağanüstü bir cesarete bürünür ve vücudu,boğazındaki o ince tellerin süsleriyle,korkunç kahkahaları dindirmeye çalışma gayretini,kalbi dışarıdaymışçasına sarsılmalarıyla cevaplardı.Duvarları sallayan,pencereleri zorlayan bir fırtınanın tam ortasında sigara yakmak kadar zordu hayat ama;peşi bırakılmayacak kadar değerli,tüm küfürleri hak eden bir hırsızın koynunda nefes almaktan öte ne olabilirdi ki yaşamak? Hayat değil mi ki bazen bize güzel şeyler getiriyor görüntüsüne bürünüp her an potansiyel güzel anların barınma ihtimali olan tüm anlarımızı çalıp götüren? Hayat bir kavram karmaşası değil mi ki? Tıpkı bu kavram karmaşası gibi önünden geçen “tek kişileri” istediğinde kaybedememek istiyordu,gördüğü halüsinasyonlar kadar gerçek olmak,kolunu salladığında ardından gelen nice aynılarını görebilmek istiyordu.

6 Ocak 2012 Cuma

Bir Oğlum Olsun

Arkadaşlarım akrabalarım yaşıma gelmiş,geçmiş,belki de hiç gelmemiş ve evlenmişler,kimisi çoluğa kimisi çocuğa karışmışken,biz de okuyoruz işte be abi.Geçen gün aklıma geldi birden,"lan bir de reklamcılık mı okusam,yaratıcılığıma güveniyorum,çok fena da para kırarım,maksat insanlar şu rezalet reklamlardan kurtulsun" diye düşündüm,hatta o an aklıma gelen bir reklam senaryosunu paylaştım bir kısım insanlarla,tekrar quote alayım; "Ben reklamcı olsaydım eğer; banyoda bol köpüklü bir duş alan bir gencin,annesinin mutfakta bulaşığa başlamasıyla kabusa dönüşen saniyelerini gösteren 10 saniyelik kısa bir film ile benimle anlaşmış olan kombi şirketinin satışlarını 10'a katlayabilirdim. Bi üniversite daha mı okusam lan..." İşte böyle birşeydi,her neyse konudan uzaklaşmayalım.
Yıllardır,baya uzun yıllardır geleceğimle ilgili düşündüğüm,daha doğrusu dilediğim en büyük şey,bi erkek çocuğumun olmasıydı. Hala da öyle zaten. Doğru mu yetiştim yanlış mı,eksik mi bilmiyorum ama olay o değil aslında. Ergen zamanlarımda bu düşünce aklımdayken yanlış yetiştirildiğimi düşünüp,benim oğlum olsun krallar gibi yetiştirmek istiyorum diye düşünürdüm,temel mantık buydu yani,ama şu anda aklımdaki o değil... Ben istiyorum ki böyle, ben rakıyı doldurayım oğlum suyu eklesin,ben sarayım oğlum yapıştırsın...Oğlum bileti alsın ben götüreyim maça,konsere,tiyatroya veya sinemaya...Bir tatil akşamı oğlum markete bira almaya gitsin,parasını ben vereyim,üstü de oğlumda kalsın,biralarımızı açıp coğrafya ödevini yapalım beraber.Enlemlere göre iklimleri tartışırken kendimizi yazın hangi ülkeye gideceğimizi konuşurken bulalım. Okulda oğlum kendisine karışan çocuğu patakladığı için okula çağırıldığımda ben de beni çağırana posta koyabileyim. Mesela oğluma "al şu anahtarı biraz araba kullanmayı öğren gel" dedikten sonra içimde ufak bir endişenin getirdiği mide ağrısıyla gelmesini bekleyeyim,ama geldiğinde bana neler yaptığını anlatsın. Bana başarılarını değil yeteneklerini anlatsın,her birinde kendi imzamı görmekten onur duyayım. Bir sabah kahvaltısı hazırlasın bana,yaksın omletin altını,yanık kokusuyla uyanayım o sabah ve o güzel düşüncesine sarılayım ilk... Ben oğlumun kendini en iyi ifade edebildiği enstrümanı olmalıyım. Belki evlenirim belki evlenmem,aklımdaki şey bu değil,bir oğlum olsun,isterse adını kendi koysun,ölmeden önce bir başka ben yetiştiğini görebileyim,kitaplarımı,yazılarımı okusun,aynı anda yetişip daha büyük başarılara sahip olan,ama mutlu olamayan tüm yakınlarımı görsün ve seçimini kendi yapsın,yani yine ben olsun oğlum...