12 Aralık 2012 Çarşamba

Mesela Ben

Mesela ben...sizin yıllarca şahit olduğunuz o şirin sevgili değilim ben,ben aslında ben olabildiğim için kaybetmişimdir belki de,belki de ondan değildir,emin değilim,hiç de umursamadım aslında...Ben öyle sevdim ki,sizin gibi basit insanların kalbinin kısa bir süre hızlı atması gibi olmadı hiç,o kadar basit olamadım. Evet belki ideal sevgili değilim ben,onun bunun gözünde demiyorum çünkü o da umrumda değil,evet,kendi gözümde bile ideal insan ben değilim. Her kadın,her kız,her dişi ister o ekstra ilgiyi biliyorum ama bilmemezlikten gelmeliyim herkeslikten uzaklaşabilmek için...Ne ilginç bir kelime herkeslik...Ben aslında ergenliğe girmeden en aykırı,en asi olması gereken insandım,bence başardım da bunu... Benim elime bir el daha değmesi hiç öyle basit olmadı,kendi içimde tutucu bir kişiliğim var,ben aslında tanıyorum bu beni,bunları da sadece ama sadece ona yazıyorum,ah bu ben diyorum,neyi başaramıyorum acaba,bu kadar mı becereksizim...Tecrübeleriyle övünmez insan,asla övünmemeli,ben de yapmak istemiyorum bunu ama,ben neden 25 yıldır mutlu olamamışım acaba diye sorduğum çok oldu kendime. Bir cevap da beklemedim kendimden hiç bunca yıl,bilinçsiz bir halde beklediysem de bir cevap alamadım... Şimdi soruyorum kendime...Ne yaptın sen aga...? Nasıl üzebilirsin sen değer verdiğin birini,üstüne üstlük kendini! Neden kelimesi ile bir soru sormayalı çok uzun yıllar olmuş kendime..Evet hep kendimi düşünüyorum,neden? Ben tek bir kalp taşımıyorum,bencilliğim hep bizcilliğimden geliyor. Ben ayrıntılı düşünen bir adam olamıyorum,o kanserli hücrelerim yakıştıramıyor kutsal kalbime bunu. Ben belki kibirliyim.Ben seni herkese nasıl anlatıyorum bilmiyorsun,bilmeni istemem,bir canlı bu denli övülüp taçlandırılmadı şu ana kadar...Ne Thatcher ne Jane ne Elizabeth ne de Kate bu kadar değerli olamadı yeryüzünde,gökyüzünde,yer altında... Ben kapattım gözlerimi sarıldım. Kalbimle ellerimin arasında bir kalp diledim,yüksek tansiyonumla bana koştuğu anı izledim,ben mutluyum... Nankörlük gibi olmasın ama ben hep mutluyum,bir hayaldi bana en başından mutluluğu aşılayan, ve ben bu mutluluğun en büyük sebebine sarf ettim parmaklarımdan veya dudaklarımdan dökülen her bir ses,her bir kelimeyi. Yine yanlış yaptım,ben zaten çok yanlış yaptım,yapmamış gibi mi görünüyordum,hep bu yansımalar,yanılsamalar yüzünden...Ben bir kraliçeye aşık oldum,çok aşık oldum...Anlatamadım bir türlü kendimi. Neden bu kadar uzun sürer ki insanın kendini tanıması,kendine laf anlatması,düşüncelerin hislerle birleştiğindeki o kutsal anı bozabilecek ne olabilirdi ki... Ben şu an alkollüyüm,yüksek alkollüyüm ve bunun faydasını göremedim,ben artık aklıma geleni yazıya döken,gözlerimle anlatabilen masallarda bile lafı geçmeyen o adam oldum...Ben ellerimi birleştirdim sevgiliyi ayakta tutan omurgasında...Ben beyin hücreleri hasarlı bir adam oldum,neyi düşünemediğini bile bilemeyen,normal insanların erişemediği huzur ile kendinden geçmiş,şeytanın dolaştığı ayrıntıları hayatından çıkarmış,basit bir şekilde mutluluğa muhtaç adamım ben! Basit bir mutluluk değil,mutluluğu basit bir şekilde arayan adam Darkefes... Mesela ben çok sevdim,anlatamadım,sevmek nasıl anlatılabilir ki,kalçayı sağa sola sallayarak söylenen -şarkılar-da mı bulmalıydım ben de uygun kelimeleri,asla... Mesela ben çok basit insanım,kusurlarım çok büyük! Kendimi anlatamadıktan sonra başkasını anlamak bana ne getirebilir ki? Ben üşengeç adamım,kolayına kaçabilirim,yapabilirim bunu bazen ama ben aslında kolay kolay yazamam. Güzel bir kelime ile uykuya dalmak için illa güzellik yapmak,sadece basit insanlara mahsus olmalı. Ben muhtacım zaman zaman,ve bazen de uyumsuzum biliyorum. Ben çok kavga ederim,kavga ederken asla düşünemem,ama tartışırken düşünürüm. "Keşke" kelimesini kullanmam ben,acizliktir o kelime,benim ağzıma yakışmaz! Mesela ben,ilk defa bu kadar açık açık bize yazdım bunu,belki okuruz diye sonra,belki hatırlarım belki hatırlamam uyandığımda ama,benim yaşadığım basitlik,herkesleşmek olmadı asla! Ben duymasam da hissederim,eğer hissedemezsem,işte o zaman üzülürüm.Üzülmesek aslında hiç,insanların bunun için,üzülmek için uğraş verdiğini görmek asıl üzücü olan hep...Ben sadece bir kişi diledim,tek bir kişi anlasın istedim,beni bana anlatacak,beni bana sevdirecek bir kişi olsun istedim.Buna rağmen bizcil olmaya çalıştım,eğer böyle değilse bu yol,biri çıksa da öğretse bana dedim,öyle birisinin de hiç var olmadığını gördüm. Mesela ben,sonsuzluğu kıskandıracak bir mutluluk istedim,belki hakettim belki haketmedim,bunun hakkında zaten hiç düşünmedim. Düşünmek zararlı değildir ama zarar verir,gerçek tanrısını arayan bir canlı umudunu nasıl kesebilir ki...İnanıyorum bir gün ben de anlatabileceğim kendimi,korkuyorum o günden aslında,kendimin bile bilmediği sırların ortaya çıkıp yüzümde dağılmasından,gözlerimde parçalanmasından... Ben sadece hatası yüzüne çarpılan bir insan olmak istedim,kendi kendimin değil,sonsuzluğa tek bir parça bırakmak zorunda kalsam,boynumu bırakırdım...

8 Aralık 2012 Cumartesi

İyi Geceler

Kardeşimle 10 senedir aynı saatlerde uyumuyoruz...Eskiden aynı anda yatar ve yataktan yatağa muhabbet ederdik,annem gelince susardım hemen..Aynı odada kardeşinle kalıyorsan eğer,böyle bir dönem kesin yaşanır,ama 6 yaş fark olunca...Ben artık onun uyanmaya yakın saatlerinde uyumayı başarabiliyorum. Bir de eskiden uyumadan önce anne babayı öperdik,artık onlar da benden erken yatıyor ve ben bir kere bile hatırlamıyorum iyi geceler öpücüğü verip yataklarına gittiklerini,belki de büyümek hep böyle bir şey olacak,olsun...Hayat ne kadar büyük bir hayal kırıklığı olursa olsun,sadece sonunu merak ettiğimden bekliyorum,az kaldı,yaşlanıyorum...

27 Haziran 2012 Çarşamba

Deprem Etkisi

Dün gece, nöronlarım arasındaki gel-git o kadar hızlı etki ediyordu ki; düşüncelerim, hislerim, isteklerim ve gördüklerim bambaşka bir hal aldı. Kimseden uzaklaşma çabam olmadığını anlatırken kendime, bir yandan da koskoca bir şehirde nefes alamamaktan şikayetçiydim. Evet o lanet şehir işte, İstanbul... Herkes o kadar basitleşmiş ki, mevsimine sövüyor, yollarına küfrediyor, çünkü insanları muhteşem, İstanbul'u yaşanmaz kılan sadece bu fiziksel şartlar... Dün gece bir deprem olsun istedim, şöyle sağlamından sallayan, biraz temizlik şarttı, belki de ben fazlalıktım o an İstanbul'a ama o riski de almıştım ben. Aynı kendime olduğu gibi olsun istedim. Depremler, şiddetine göre yeryüzünde ufak yada büyük değişikliklere sebep olur, canlılar ölür, cansızlar yer değiştirir, canlılar da yer değiştirmek ister, bulunduğu yerden soğur çoğu; kimi başarır, kimi başaramaz, kimi daha çok bağlanır. Ben de her İstanbul'a geldiğimde böyle uzaklardan, bir deprem yaşıyorum içimde. Yeryüzünün hareketlenmesi, ufak hareketlerin birikip bir anda patlamasını yaşıyordum ben de bir süredir. Bir deprem yaşadım, beyin hücrelerimin bir kısmı ölmüş veya işlevlerini değiştirmiş sanki. Hislerim, tepkilerim ve beklentilerim değişmiş, tekrar bir deprem olduğunda buna hazır, dirençli olmak için ruhum ve vücudum kendini değiştirmeye başlamış. Uzun yıllar hayatıma bir şekilde müdahil olan ve beni değiştirmek isteyen, bazen başaran bazen başaramayan insanların ve onlar gibilerin gözü önünde ruhsal ve fiziksel olarak değiştiren bir İstanbul; gerçekten de 1.derece deprem bölgesiymişsin... İşte ben dün gece bir deprem olsun istedim! O an uyuyanlar, uyanıklar, boş boş oturanlar veya çalışanlar gecenin 4'ünde, hatta 5'inde... Beni biraz anlasınlar istedim! İnsanlar ölsünler, yer değiştirsinler, değişsinler, değişen İstanbul'u görsünler diye... Belki İstanbul'u daha rahat görürler ve anlarlar, ben biraz daha anlaşılması güç adamım, direk etki-tepki veremeyebilirim. Kirlendiğimde asit yağmuru yağdırmam kimsenin üstünde, her sarsılmalarımı deprem gibi herkese gösteremem, hissettiremem ben. Uyurken olsun bu deprem kimi için; birçok şeyin değiştiğini görsünler uyandıklarında, yine de keşke uyanık olsaymışım diyebilsin. Kimi için ise uyanıkken olsun, tüm o süreci yaşasın, nelerin neden değiştiğini, ne kadar şiddetli olduğunu... Çünkü ben değişirken kimse fark etmedi ve anlamak istemedi bunu, beni anlayın istedim dün gece, bir deprem olsun istedim şöyle sağlamından. Biraz temizlensin ortalık dedim, aynı benim içim gibi... Biraz değişsin düşünceler, tüm o hisler, aynı benim gibi... Deniz suyu çekilsin ve kabarsın aniden, dün gece yaşadığım "gel-git"ler gibi... İstanbul'a her geldiğimde, her büyük yer değişmelerimde, önceki ufak ve farkına varılmayan değişimlerin patlaması gibi İstanbul'da da yer yerinden oynasın, aynı benim gibi... Belki o zaman seversiniz beni.

2 Mart 2012 Cuma

Kaybetmek...

Hayatımda bir süreden sonra hissettiklerimi asla içimde tutmamam gerektiğini öğrendiğim günün bir meyvesini daha sunmak istedim...Kaybetmek,bir yakınını kaybetmek.Yaşamıştım bu duyguyu daha önce,ta eskilerde babam kadar sevdiğim bir adamın ölüm haberi ile sarsılmıştım.Ergenliğin etkisi ile de hislerim,o adamı babamdan daha fazla sevdiğim yönündeydi ve kardeşim dediğim bir arkadaşımın babası vefat etmişti.O zamanlar yazmak yerine çizmeyi daha çok seviyordum,kendimce çizmiştim bir şeyler ama tabii ki de kalıcı olmamıştı.O gün bir insana ne kadar çok destek olunması gerektiğini görmüştüm hayatımda ilk kez,elimden geleni de yapabilmiştim umarım...Daha sonra her şeyin aslında unutulabildiğini,arkada bırakılabildiğini görmüştüm.Hala o günden kalma,yakama iğnelediğim ufak bir kağıt parçasını saklarım ve yıldönümünde anarım içten içe...

Kitabımda da bahsettiğim üzere benim ölmek istediğim yaş 52'dir...Her fırsatta dile getiririm kimsenin hoşuna gitmese de bu cümle; ölüm söz konusu olduğundan...Zaten -kendimce- hızlı yaşadığımdan çok da uzun dayanabileceğimi sanmıyorum,elden ayaktan düşüp de kimseye muhtaç şekilde yaşamak istemediğimden böyle bir yaşı seçtim ben,biraz da doğaçlama olmuştu o an 52 aslında.

Ben 1 Mart 2012 saat 03.00 sularında büyükbabamı kaybetmişim ama neye üzüleceğime karar veremedim.O anda bir clubta eğlendiğime üzülmedim aslında,bilemezdim...Lakin bundan akşam 7'de haberdar olmak üzdü,haberi aldığımda cenazenin çoktan defnedildğini öğrenmek üzdü,o anda 3300 km uzakta olmak da üzdü,babamı düşündüm ve maalesef babaannemin de zamanının çok az olduğunu ve ardarda olursa babamın ne hissedeceğini kestirememek üzdü...Haberi aldığım an çıktım evden,spor salonuna gittim,koşu bandında uzun uzun yürüdüm boşluğa bakarak,koştum zaman zaman...Rahatlamaya çalıştım,büyükbabamı son gördüğüm anı hatırlamaya çalıştım ama hafızam o kadar zayıftı ki,başaramadım.Sonra bu mutsuz haberi birileriyle paylaşmak istedim belki azalır etkisi diye,o da pek işe yaramadı açıkçası.Kardeşimin sözlerini benim yazdığım bestesini konserde söylerken orada olamamak çok ama çok koymuştu.Lanet ülkeyi terk ettiğimden beri tek o andı keşke orada olsaydım dediğim an bugüne kadar,bir de bugün işte...Babama sarılmak istedim,destek olmak istedim ama hala burada Estonya'dayım işte.Annem de babam da bilirdi babaanneme ya da büyükbabama bayılmadığımı,aradaki yaş farkı ve kuşak çatışması nedeniyle ağır fikir ayrılıklarının ve geçmiş nasihatların beni çok sıktığının farkındalardı.Yalan da yok ki içimden gelip 1 kere aramışlığım yoktur telefonda ama olduklarını bilmek bir şekilde mutlu etti hep...Babaannemin yine yakın zamanda çok ilerlemiş bir halde kanser olmasının üzerine hiç de moral verici bir olay olmadı bu,belki bir daha sütlü soğanlı ıslak yufkalardan,kıymalı böreklerinden yiyemeyeceğim bir daha,yine hayat devam edecek,herkes unutmayacak ama etkisini kaybedecek,kimse o günkü kadar üzülmeyecek,ben bambaşka yazılar yazacağım,zaten bunu da çok fazla kişi okumayacak,saygılarımla...

29 Ocak 2012 Pazar

Gaddar Değilmiş

Bir kış günü,soğuk ama sakin bir yağmurun altında tek başına uzun bir yolu yürüyecekti.Bir eli pantolonunun sağ cebinde,diğeri ise montunun sol cebinde,hem telefonunu hem de “meşale” dediği çakmağını sımsıkı tutuyordu.Tehlikeli sokaklar arasında rahatça süzülüyormuş görünse de,gözlerini kısmış,en ufak bir harekete bile anlam yükleyerek sonu huzura varacak olan yolun kaldırımlarını aşındırıyordu yine..Çakmağını cebinde serbest bıraktı ve üç parça kağıt parçasını yabancı bir elin arasına sıkıştırıp,sigarasını ateşleyip,yürürkenki ifadesinden daha üzgün bir görüntüde geri yürümeye başladı.Evine geri döndüğünde ağzından dökülen tek kelime: “Gaddar” oldu.Üzüntü paylaştıkça azaldı,bitti ve yerini huzura bıraktı.Saatler birbiri ardına geride kalırken,gözlerini açmaya çalıştı.Ses tellerine nefes borusundan yoğun bir hava gönderirken,dudaklarının kendiliğinden bir cümle kurduğunu fark etti.Huzurlu anının sonuna gelmemişti ama;sonuna kadar yaşamıştı.Karşısında dudaklarını bile okuyamayan adamın kulaklarına gelen o cümleydi işte: “Gaddar değilmiş!”.

Huzur ve Işık!

Huzur,insanın hayatı boyunca asla sürekli tadına varabileceği,hatta sadece hissedebileceği bir şey değildi.Bunun iki temel sebebi vardı ki,bunlar aslında huzurun kendine özel tanımlarından başka bir şey değildi.Huzur,bir canlının kendine güveni artarkenki hissettiği şeydi.Diğer bir yol ise etrafında herhangi bir sorun olmadığı ve bir süre de olmayacağının düşündüğü anlarda hissedilendi.Yani bir canlının sürekli huzur hissedememesinin iki sebebi,etrafta mutlaka huzur bozacak bir sorun çıkacak olması ve özgüvenin sürekli artmasının sonucunun her zaman bir şekilde duvara çarpıldığı gerçeğiydi…En kalınında sarılan sigara serileri bile bir noktadan sonra huzurdan farklı bir yere taşırdı herkesi.En huzurlu anların en değerli misafiri olan yeşilliğin bile sonunda huzurlu bir ölüm bulunmamaktaydı.Her sıkıntılı dönemde huzurlu ve her huzurlu dönemde sıkıntılı anlar yaşanmaktaydı,yaşanmalıydı da.Tıpkı ying-yang teoremi gibi…Her nefes,bir sonrakinden farklı olmalı,ama yol göstermeliydi,her nefesin yoğunluğu ayrı bir hikaye anlatmalıydı,zaten o yüzden söylerken en çok heyecanlandığı cümle,evet,kitabın adıydı…Yepyeni hikayeler anlatabilmek adına,tüm yaşanmışlıkları gözler önüne serip her okuduğunda yeniden yaşanmışçasına,gözlerini kapatıp,parmaklarının arasındaki anlık huzuru doyasıya çekiyordu içine…Derin çatlaklardan sızarak ilerleyen lavların dumanlarının gittikçe daha geniş alana yayılmalarını hayal ediyordu,nefes alıp vermek hiç bu kadar anlamla dolmamıştı…

Işık her zaman umut değildi ki…Hatta bilinenin aksine ışık,çok nadiren umudu simgelemekteydi! Kurulan her hayal,sonuna kendiliğinden bir umut tablosu inşa ederdi ki,yıkılması kolay olsun diye kurulan o hayallerin…Bunların hepsinin bir komplo olduğunu anlatırdı bana hep,insanların gözyaşlarını sonsuza kadar biriktirememesi,ara sıra ikişer şerit halinde süzebilmesi için gerekliydi bu…Buralara kadar anlattığı her şey tatlı ve gerçek bir hikaye gibiydi,tokat gibi gelen en gerçek cümleyi duyana kadar…İnsan,aynı bu sebepten karşı cinse tarifsiz duygular besleme ihtiyacı duyuyordu! Lanet olsun,sonunda birisi aşkın tarifinden öte,sebebini ve tam tanımını yapmıştı,bu cümleler,kafamdaki milyonlarca soruyu cevaplamıştı.Umut ışığı denen şey sadece bir zorunluluktan ibaretti,olmasa da olur muydu? Umut inşa eden hayaller kurmak zorunda mıydık,bunu sorabildim bir anda,cevabından korktuğum bir soruydu,lakin; bunu yaşamanın zorunlu olduğu kesindi…O zaman,bırakıp kendini,en acı umutları çaresizce beklemek en mantıklısı olacaktı.Ne var ki; zaman sadece kendisinin ilacıydı...

Pencereleri Sallayan O Fırtına...

Bir ney senfonisinin arasına belli belirsin karışan zil sesleriyle beraber çıkılan bir yolculuktu bu seferki.Özlemeyi unutmaması için uzak duruyordu herkesten ama; mecburen böyle yapması gerektiğine inandığından fırsat buldukça özlem gidermeye çalıştı özleyebileceği her şey ile…Sadece işi düştüğünde etrafa sarılan birisi olmadı,olamadı belki de kendini muhtaç hissetmediğinden.Tek istediği hislerini paylaşıp anlatabileceği ruh halini ve eşini bulabilmekti…Sadece tek bir şeye muhtaç hissediyordu kendini;ne umut ne sevgi ne şefkat…ne de para diyemem,çünkü ihtiyacı olduğunu hissettiği “o” bitkisel hayat,para gerektiriyordu.Ancak böyle vurabiliyordu açığa o acımasız gerçekleri ve hislerini…Şimdi bi’ an olsaydı,ciğerlerini olabildiğince büzüp,derin bir oksijen çekercesine şişirmek için bir sebebi olsaydı,dudaklarının 2 köşesi kulaklarına doğru koşmak ister ve o uzun kenarlar birbirinden uzaklaşmak için olağanüstü bir cesarete bürünür ve vücudu,boğazındaki o ince tellerin süsleriyle,korkunç kahkahaları dindirmeye çalışma gayretini,kalbi dışarıdaymışçasına sarsılmalarıyla cevaplardı.Duvarları sallayan,pencereleri zorlayan bir fırtınanın tam ortasında sigara yakmak kadar zordu hayat ama;peşi bırakılmayacak kadar değerli,tüm küfürleri hak eden bir hırsızın koynunda nefes almaktan öte ne olabilirdi ki yaşamak? Hayat değil mi ki bazen bize güzel şeyler getiriyor görüntüsüne bürünüp her an potansiyel güzel anların barınma ihtimali olan tüm anlarımızı çalıp götüren? Hayat bir kavram karmaşası değil mi ki? Tıpkı bu kavram karmaşası gibi önünden geçen “tek kişileri” istediğinde kaybedememek istiyordu,gördüğü halüsinasyonlar kadar gerçek olmak,kolunu salladığında ardından gelen nice aynılarını görebilmek istiyordu.

6 Ocak 2012 Cuma

Bir Oğlum Olsun

Arkadaşlarım akrabalarım yaşıma gelmiş,geçmiş,belki de hiç gelmemiş ve evlenmişler,kimisi çoluğa kimisi çocuğa karışmışken,biz de okuyoruz işte be abi.Geçen gün aklıma geldi birden,"lan bir de reklamcılık mı okusam,yaratıcılığıma güveniyorum,çok fena da para kırarım,maksat insanlar şu rezalet reklamlardan kurtulsun" diye düşündüm,hatta o an aklıma gelen bir reklam senaryosunu paylaştım bir kısım insanlarla,tekrar quote alayım; "Ben reklamcı olsaydım eğer; banyoda bol köpüklü bir duş alan bir gencin,annesinin mutfakta bulaşığa başlamasıyla kabusa dönüşen saniyelerini gösteren 10 saniyelik kısa bir film ile benimle anlaşmış olan kombi şirketinin satışlarını 10'a katlayabilirdim. Bi üniversite daha mı okusam lan..." İşte böyle birşeydi,her neyse konudan uzaklaşmayalım.
Yıllardır,baya uzun yıllardır geleceğimle ilgili düşündüğüm,daha doğrusu dilediğim en büyük şey,bi erkek çocuğumun olmasıydı. Hala da öyle zaten. Doğru mu yetiştim yanlış mı,eksik mi bilmiyorum ama olay o değil aslında. Ergen zamanlarımda bu düşünce aklımdayken yanlış yetiştirildiğimi düşünüp,benim oğlum olsun krallar gibi yetiştirmek istiyorum diye düşünürdüm,temel mantık buydu yani,ama şu anda aklımdaki o değil... Ben istiyorum ki böyle, ben rakıyı doldurayım oğlum suyu eklesin,ben sarayım oğlum yapıştırsın...Oğlum bileti alsın ben götüreyim maça,konsere,tiyatroya veya sinemaya...Bir tatil akşamı oğlum markete bira almaya gitsin,parasını ben vereyim,üstü de oğlumda kalsın,biralarımızı açıp coğrafya ödevini yapalım beraber.Enlemlere göre iklimleri tartışırken kendimizi yazın hangi ülkeye gideceğimizi konuşurken bulalım. Okulda oğlum kendisine karışan çocuğu patakladığı için okula çağırıldığımda ben de beni çağırana posta koyabileyim. Mesela oğluma "al şu anahtarı biraz araba kullanmayı öğren gel" dedikten sonra içimde ufak bir endişenin getirdiği mide ağrısıyla gelmesini bekleyeyim,ama geldiğinde bana neler yaptığını anlatsın. Bana başarılarını değil yeteneklerini anlatsın,her birinde kendi imzamı görmekten onur duyayım. Bir sabah kahvaltısı hazırlasın bana,yaksın omletin altını,yanık kokusuyla uyanayım o sabah ve o güzel düşüncesine sarılayım ilk... Ben oğlumun kendini en iyi ifade edebildiği enstrümanı olmalıyım. Belki evlenirim belki evlenmem,aklımdaki şey bu değil,bir oğlum olsun,isterse adını kendi koysun,ölmeden önce bir başka ben yetiştiğini görebileyim,kitaplarımı,yazılarımı okusun,aynı anda yetişip daha büyük başarılara sahip olan,ama mutlu olamayan tüm yakınlarımı görsün ve seçimini kendi yapsın,yani yine ben olsun oğlum...